Kayıtlar

2023 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Sanrılı Lağım Kokusu

Gök delinmiş, gözlükler kırılmış, bardaklar fırlatılmış, seccadeler kullanılmıyor, çiçekler çöpte. ''Nedir bu böyle? Kimsenin mi elinden bir şey gelmiyor?'' gibi sorular sorulurken o ortaya çıktı. Gökten mi indi, bir ana mı doğurdu, leylekler mi getirip buralara bıraktı, bilemem. Ay yüzlüydü, bembeyaz bir teni vardı, mis gibi kokuyordu, ses tonu, elleri... Her şeyin başlangıcı gibiydi. Buraların korkutucu kötülüklerinden bir tek ona sığınılırdı. Öylesine güven verici, öylesine alımlı... Zaman geçti. Lağım kokusu önceden şehrin sokaklarını ara ara sarardı, şimdi önüne geçilemez oldu. Öyle bir kokuydu ki kim varsa ağızlarına kadar girmişti artık.  Bir kurtarıcı bekleniyor gibiydi. Elini yukarı kaldırdığında güneşi bile hareket ettirebilecek güçte bir kurtarıcı. Bu kurtarıcının o olduğu düşünülüyordu. Düşünülüyordu da ne oluyordu? Bir sanrıydı bütün bunlar, her şey geçip gidecekti.  Bir doğaüstü varlık gibiydi o. Zaman zaman kendini gösterip kaybolan. Zaman zaman güzel duy...

Sanıyoruz öyleyse varız

Şehir soğumayı unuttu, şehirler de unutmuş olabilir. Bu yüzden heyecanların peşinde koşmak isteyenlerin türediğini görmemek imkansız. Denize hasret kalanların mevzusunu ise hiç ama hiç sormayınız. Bu ara dünyada "insan" olanların gündemi aynı: Ölüm, katliam, acı ve gözyaşı. Bunlarla dalga geçenlerin hırpalanacağı yer burası değil. Bir rastlantı meydana gelip olaylar geliştiğinde, mavi gök sorunsuz şekilde hayatına devam ederken, iki yaratılmışın elleri birleşir umuduyla çizilen yapay yollar görünüyor. Kahve falı değil bu, gerçekleşmesi mümkün olan bir şey. Evet, şey. Birtakım güzelliklere şahit olmanın huzuru, yaşamın göremediğimiz anlamlarını gün yüzüne çıkarmalı artık. Nietzsche şöyle diyor: Yaşamak için bir nedeni olan insan her türlü "nasıl"a katlanabilir. Patlamaya yakın bir yanardağ gibiyken nahif bir eli tutmak, ütopya olmasa gerek. Şehir yahut şehirler soğumayı unutsa da zaten her gün derin dondurucu gibi yüzlere maruz kalarak soğukluğu tadıyoruz. Hatta dire...

Hissikablelvuku

Çok fazla söz verilip çok fazla sözün tutulmadığı, hata gibi görünmeyen ama koskoca bir hata olan, ilaç sanılıp zehir çıkan ve daha birçok tersliği buralarda görürüz. Neticesinde bunlara da imtihan gözüyle bakmalı, evhamdan kaçmalı, vesveselerden arınmalı... Öyle zamanlar geçiyor ki insan geriye baktığında inanamıyor. Yine de iyi ki zaman geçiyor. İyi ki günler eriyor.  Acı varsa, bu acı zamana dağılıyor.  Daha az akla geliyor.  Daha az rahatsız ediyor. İyi ki de böyle oluyor! Takılıp kalmanın verdiği ağır hasarı bazı insanlarda net şekilde gördüm. Bu insanlara tavsiye vermeye kalkmanın saçmalığı ise bu yazının konusu değil. Mesela şu sıralar hamsi yeniyor. Erişebilene afiyet olsun... Yazının başlığına gelecek olursak... Hissikablelvuku, ''bir şeyi olmadan önce sezme'' anlamına geliyor. Aslında üzen bir şey bu. Bir ayrılığı mesela... Önceden sezmek... Ne demek... Ayrılık dediysem, bunu aşk bahsindeki ayrılık olarak anlamayın. Ölüme bakan bir sevdiğimizin de öleceğini an...

Teklif etmesi güç şeyler var

Nedir onlar, onu söyleyemiyoruz maalesef... Var olduklarını, her yerde olduklarını ve zaman zaman çok can sıkıcı olduklarını biliyoruz sadece. Bir adım atılsa her şey rayına oturacakmış gibi geliyor ama cesaret yok. ''Çölde bir vaha gibi!'' diye anlatacağımız birileri var ama cesaret yok. Cesaret yok, cesaret yok, cesaret yok... Cesaretsiz olmak artık yenilmeye karnım tok anlamına da gelir bir yandan. Bir zaman sonra kılını kıpırdatmaya üşeniyorsun, hatta uykular eriyor nice gecelerin içinde. Birçok garip üşengeçlikler doğuyor ellerimizde. Belimizde hep bir yük. Yani olması gereken.  *** Bazı şarkılar açılamaz, bilirsiniz. Eli gitmez insanın. Bazı yollara çıkılmaz, bilirsiniz. Ayakları gitmez insanın. Bazı teklifler edilmez, bilirsiniz. Dili varmaz insanın. Açılamayan o şarkıdan bahsedelim. O şarkı Ebru Gündeş'in ''Çok Mu Gördünüz'' şarkısıdır. Çıkılamayan yoldan bahsedelim. O yol içimizdeki insanın ''içi''ne gitmeye cesaret edemediği...

Düşledikçe düşmeyenler

Biraz daha uzayınca yolum, ellerimi yıkayamadan yürümeye devam etmek zorunda kaldım.  Yürüdükçe yürüdüm, yürüdükçe düşledim ve düşledikçe düşmedim.  Banka sırasında beklerken sigara üstüne sigara yakan insanları düşledim. Sanki Allah'ın huzuruna çıkacakmış gibi neyin sırasını bekliyorlardı ki? Güvenlik, psikolojim bozuldu deyip silahına davransa ne olacak? Psikolojim bozuldu deyip de yolcuları indiren halk otobüsü şoförünü kimsenin anlamadığı gibi bu güvenliği de kimse anlamayacak. Düşlemeye devam ettim. Pervazı çatlak pencerelerden giremeyen huzuru. ''Baba, âh baba! Bir gün de içmesen, bir gün de yastığım ıslanmadan uyuyabilsem. Hem annem o kadar da kötü yemek yapmıyor ki. Sen içtiğin için yemeklerin tadını alamıyor olamaz mısın baba? Yazdığım şiirlerden hiç mi haberin olmayacak baba? Sanırım seninle ancak öldüğünde konuşabileceğim.'' diyen o büyüyünce şair olacak çocuğu. Sonra mezarlıkları düşledim ama ilk defa değil. Ben genelde mezarlıkları düşlerim. Nihayetinde...

Bir sorgulama

Bir tarafa bakıyorsun, çoktan yeni sulara doğru yelken açılmış. Diğer tarafa bakıyorsun, o bir zamanlar beraber olunan limanda öylece batmak isteyen bir gemi. Ne o, adalet yok diye mi bağıracaksın? İster bağır, ister bağırma. Çok da umurumuzda değil. Temiz havanın olduğu bir yere kaçsak? Yapmamız gereken tek şeyin ciğerlerimizi bayram ettirmemiz gerektiğini düşünsek? Ama yok, sen duramazsın. Senin ciğerlerine çok dolamaz o temiz hava. Çünkü fazla sürmeden bir sigara yaktıracaktır hüzünlerin. Yak, durma, tepin! ''Nereye kadar?'' diye bir çığlık.  Sonra tekrar, tekrar, tekrar... ''Nereye kadar ulan?'' Bir daha, bir daha, bir daha... Ben geceleri uğultular duyuyorum, bilemezsin. Kabuslarımı bir bilsen. Üstüme üstüme gelen bunca varlığı, boğazımda büyüyen lokmaları, içine fotoğrafımız girdiği için yakmak istediğim ama hâlâ dokunamadığım çantamı... ''Bilemezsin, bilemezsin, bilemezsin...'' diye bir çığlık bu sefer.  Hem de içime doğru bir çığl...

Vefâ siz misiniz, vefâsız mısınız?

Bir vefâdır, aldı başını gitti. Ülke mi değiştirdi acaba, insan mı, gök mü, gezegen mi... Onca zamanı beraber geçirdik. Yedik, içtik. Yeri geldi beraber ağlayabildik. Sonra ellerim bomboş kaldı. Yağmur gibi bereketlendirdim baş koyduğum yastığı. Gün, doğuyordu doğmasına da ben ortalıkta yoktum. Tost yiyemez oldum mesela. Çünkü beraberken birkaç kez tost yemiştik. İnsan tosta küsebilir mi? Sadece o mu gitti? Sadece o gitti dersem yalan söylemiş olurum. Pinokyo gibi burnum uzar. Yüzüm kızarır. Dostlar da gitti. Nedendir bilinmez. Sorulmaz da. Bu kadar işle nasıl uğraşayım derken, hep Kur'ân'dan bir âyet durduruyor beni. ''Demek ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır.'' (İnşirâh-5) Bir sigara daha yakıp şu salepten alayım. El değmemiş birini isterim ben. Dokunmamış olsun bir Allah'ın kulu bile. Er geç kavuşalım, buralarda kavuşunca anlam yitirilse de. Her şeyin hayırlısını dilerken, biraz sonra hayatını kaybedecek birileri var, biliyorsun değil mi? Sorusuz, ka...

Beklenen milat

Bizim de sevinçten havaya uçmak isteyeceğimiz bir milat olsa, diye geçirdi içinden.  Her şey yeniden başlasa, inançlarımızı tazelesek, onu görünce içimiz kıpır kıpır olsa, gökyüzüne bakınca aklımıza gelen ikinci şey olsa... Böyle böyle bir sürü şey geçirdi aklından.  Hepimiz bir milat arıyoruz, aramak yerine bir milat yaratsak ya! Beklemesek de biz yapsak mesela? Biz adım atsak, biz söylesek, biz... Cesaret ister değil mi? Cesaretimizin olmadığını kim söyledi? Birkaç şiir okunur, hikâyeler anlatılır, o zaman görürüm ben onu. Milat nasıl yaratılıyormuş, devrim nasıl yapılıyormuş görürüm.  Allah seni bana nasip etsin, dedi. Öyle bir dedi ki rüzgâr ta uzaklardan mis gibi kokan çiçeklerin kokusunu getirdi buralara. Vallahi de billahi de bahar geldi. Senin en büyük başarın ne, dedi. Cevap hiç gecikmedi: Hâlâ hayatta olmak!   Sıramı bekliyorum ben, sıramı. Çok bir şey istemiyorum ki. Sırası geldiği takdirde herkesin içi kıpır kıpır olacak. Bak o zaman da fazla kıpır k...

Bugün of çekilesi bir gün değil

Kış gelmek bilmiyor. Bir yaz havası hâkim etrafa. Bu havayı değerlendirmeyelim de taşa mı dönelim? Dalgalar sert dövmüyor kayalıkları. Martılar sakin, telaşsız. El ele gezenleri görüyorum ara sıra da olsa. Bir duman, içimden doğru bulutlara karışıyor. Deniz o kadar güzel ki dumanı takip edemiyorum. Şu martılardan birinin yerine geçiversem iki dakikalığına?  Demirdeki gemilerin içindeki yürekleri çok merak ediyorum. Kimse görmeden kanatlanıp gelsem. Kimler aşıp geliyor okyanusun azgınlıklarını, hem de evinden bu kadar uzakta? Çok merak ediyorum, hakkım değil mi? Şu yürüyen, muhabbet eden, fotoğraflar çeken, gülen, birdenbire ciddi olan, laf atsan ortalığı ringe dönüştürecek, telefonda küfürlü konuşan, çöpünü yere atan, yere tüküren, yalan söyleyen insanları görüyorum ve aldırmadan devam ediyorum nefes almaya.  Bu gördüğüm insanlar da beni görüyor. Acaba onlar ne düşünüyordur benim için? Ya da şöyle diyeyim: Ben, birinin benim hakkımda bir şey düşüneceği kadar önemli miyim? Ceva...